“Sevdiği tarafından yeni terk edilmiş, işinden mutsuz, muhalifliğini bir yere kanalize edemeyen otuz yaşlarında bir kravatlı adamın akşam meyhanede körkütük olana kadar içip karanlık sokaklarda evinin yolunu bulmaya çalışmasını konu olan bir kısa filmin müzikleri […] Sıfırdan başlamanın kudreti ve aşağılık hissi Leithauser’in sesinde yan yana karşılıklarını bulurken, albümün kapanışı olan isim parçasında ev yoluna varılıyor, kravat bir tarafa atılıyor, dipsiz rüyalara uyunuyor.” (Roll, Mart 2004) Bu satırları yazdığımda 22 yaşındaydım, ne ciddi bir terk edilmişlik tecrübe etmiştim, ne işimden mutsuzdum, ne de kendime muhalif diyebilecek kadar bilinçliydim. Ama aylar ve yıllar beni körkütük olana kadar içip Çukurcuma gece körlerinde kendini eve atmaya çalışan biri yaptı otuzlu yaşlarıma merdiven dayadığım şu günlerde. Dramatize etmeyeyim, gülmelerim ağlamalarımdan daha çok ama bu The Walkmen’in seneler önce beni benden daha iyi tanıdığı gerçeğini değiştirmiyor. demiş uzun yıllardır takip ettiğim yazarlardan biri.



Fazla bir yorum yapmaya gerek yok aslında, onun için The Walkmen, benim için Radiohead- her ne kadar son zamanlarda popüler kültürün son kurbanlarında biri olsalar da-. Eriyip yok olmak, yerin dibine geçmek istediğim zamanlarım ve kendimi havada uçuşan bir toz kadar değersiz hissettiğim anlarımda, kulağımda nasıl yankılanmışlarsa yıllarca, beni bana en iyi onlar anlattılar. İnsanın kendini tanımak için bir şarkıya sığınması belki de... Benim bulamadığım onlarca sorunun cevabını vermeleri... Yaşama tutunmanın kimi zaman ne kadar zor, kimi zaman da ne kadar basit olduğu... Bazı akşamlar gördüğüm çöp toplayan çingene bebeğin gözlerindeki şaşkın bakış... Sebepsiz kaygılarım, iç sıkıntılarım... Sessiz ol biraz dedirten kahkalarım....

Comments

Anonymous said…
cok tesekkurler ilginc

Popular posts from this blog

333333333333333333!!!!

4444444444444